
Bir Uygarlık Savaşçısı olarak Sezai Karakoç
Uzun yıllar Sezai Karakoç okuyup anlamaya çalışan bir kardeşiniz olarak Sezai Karakoç adının giderek son yıllarda İslam uygarlığı kavramı ile içiçe girdiğini, perçinlendiğini ve en önemlisi bu kavramı anlamak için kilit bir isim olduğunu gördüm. Aslında Sezai Karakoç’un ilk yazısından son yazısına kadar, hangi metnine bakarsanız bakın, bahsettiğim konuyu görmek mümkündür. Fakat benim söylemeye çalıştığım şey biraz daha farklı, yani şöyle ki; Bir tarihçiden söz etmek farklı bir şeydir ve fakat bir şahsiyetin, tarih yazılırken, yitirilen medeniyet algısını yeniden diriltmeye ve inşaa etmeye çalışan bir aktör olmasından bahsetmek bambaşka bir meseledir. Yani bir yazarın uygarlık kavramı üzerine düşünüp yazmasından daha fazla bir şey söylemek istiyorum.
Uzun yıllar Sezai Karakoç okuyup anlamaya çalışan bir kardeşiniz olarak Sezai Karakoç adının giderek son yıllarda İslam uygarlığı kavramı ile içiçe girdiğini, perçinlendiğini ve en önemlisi bu kavramı anlamak için kilit bir isim olduğunu gördüm.
Aslında Sezai Karakoç’un ilk yazısından son yazısına kadar, hangi metnine bakarsanız bakın, bahsettiğim konuyu görmek mümkündür.
Fakat benim söylemeye çalıştığım şey biraz daha farklı, yani şöyle ki;
Bir tarihçiden söz etmek farklı bir şeydir ve fakat bir şahsiyetin, tarih yazılırken, yitirilen medeniyet algısını yeniden diriltmeye ve inşaa etmeye çalışan bir aktör olmasından bahsetmek bambaşka bir meseledir.
Yani bir yazarın uygarlık kavramı üzerine düşünüp yazmasından daha fazla bir şey söylemek istiyorum.
Sezai Karakoç; özellikle yaşantısıyla Hadis-i Şerifin tam da- sanırım- anlatmaya çalıştığı “bu dünyada bir garip” gibi yaşamıştır. Bizim uygarlığımız da, son birkaç yüz yıldan beri “bu dünyada bir garip” değil midir?
Yaşadığı hayatla da bizim uygarlığımızı çağrıştırır Sezai Karakoç’un hayatı.
Öte yandan yazdıklarının zaten tümünün, bizim uygarlık değerlerimizin anlaşılması ve yaşanması gayretinden ibarettir.
Öyle ise Sosyoloji ’de İbn-i Haldun, Tıpta İbn-i Sina, Tarihte Ahmet Cevdet Paşa nasılsa Sezai Karakoç adı da uygarlıkla, İslam Uygarlığı ile içiçe geçmiş, pekişmiş, perçinlenmiştir.
Hepimizin bildiği gibi insan için dünya hayatının en yüce ve en ağır “değeri” iman etmektir.
Bu coğrafyanın Müslümanları iman etmenin gereği olarak günde beş kez eda ettikleri ibadeti yaparken okuduklarının ne anlama geldiğini bilmemekte ve yine bu ülkenin Müslümanları yaklaşık bir asır önce dedelerinin yazdıklarını okuyamazken yedi yaşındaki bir Japon çocuğu, binlerce yıl önce yaşamış atasının yazdıklarını okuyup anlayabiliyorken, bu ülke insanının yaşadığı trajediye işaret ederek yol gösteren her insan muhteremdir, muazzezdir.
Bu muhterem insanların en başındaki isimlerden biri de kuşkusuz Sezai Karakoç’tur.
O, ulu hocalardan değil; yıkık hanlardan, hamamlardan, mescitlerden, dergâhlardan, virane köşklerden, su kanallarından öğrendiklerini, okuduklarını anlattı bize.
Biz gerçek tarihimizi O’ndan öğrendik. Medeniyet’i, Doğu’yu, Batı’yı, Mekke’yi, Medine’yi, Şiir’i, Şuur’u, Zemzem’i, Yed-i Beyzâ’yı, Ebabil Kuşları’nı, Oruç’u, Namaz’ı, Kıyamet’i, Sabır’ı, Korku’yu, Muştu’yu, Hicret’i, Gayb’ı, Hüthüt’ü,Mağarayı, Bengisu’yu, Tövbe’yi, Refref’i, Ay Diyaloğu’nu, Ay’ın Bölünüşü’nü, Peygamber’i, Peygamberler Peygamber’i Efendimiz’i, Meşale’yi, Cuma’yı, Mucize’yi ve Yeniden Diriliş’i O’ndan öğrendik.
O’nun hayata, eşyaya, dünyaya, insana, zamana, uygarlığa ve tarihe bakışı, vahy’in penceresinden bir bakıştır.
Bu bakışıyla Sezai Karakoç, onaran veya yeniden onaran bir fikir ve sanat adamı olarak son yüzyılda Anadolu’nun düşünsel yapısına damgasını vurmuştur.
Fecir Devleti’ni, Alın Yazısı’nı, Hikmet’i, Himmet’i, Kalp Medeniyeti’ni, Edeb’i, İnsan’ı, İnsan-ı Kâmil’i biz, Sezai Karakoç’tan öğrendik. Öbür dünyayı ve kıyameti bu dünya hayatının içinde yaşamayı bize O öğretti ve nihayet bize Leyla’nın çetrefilli, acılı ve yakıcı çöl yollarından ilerleyerek Mevla’ya ulaşılacağını Sezai Karakoç öğretmiştir.Sezai Karakoç, yaşadığımız hayata mana verme gayretiyle Mevla’ya hakiki kul olabilmek için efendimizin inşaa ettiği dini ve değerleri korumanın yanında bu değeri gelecek nesillere aktarmak için adeta bir uygarlık savaşçısı kimliğine bürünmüştür.
Karakoç, eserlerinde, söylemlerinde hiç durmadan erdemli bir toplumun inşaası için mücadele vermiştir. Bu bağlamda da “Uygarlık” sözcüğünün tanımından başlar ve bu tanımın içine girebilecek bütün kavramları tek tek inceleyerek derinlemesine ele alır.
Her kavramı hem kendi başına hem de başka bir kavramla ilişkisi bakımından ele alarak kavrama ruh verir ve manasını zenginleştirir. Örneğin; sabır kavramını ele aldığında bu kavramın tek başına hangi birim değerler üzerinde yükseldiğini, Kitap’ta nasıl ifade edildiğini, Efendimiz ve sahabenin hayatında sabrın tarihsel süreç içinde hangi merhalelerde nasıl şekillendiğini ve neticesindeki dönüşümü ifade ederken, diğer taraftan da sabır - cihat kavramının ilişkisine işaret ederek aralarında bir korelasyon oluşturmaktadır.
Bu durumda Karakoç, bize hem tek başına sabır kavramının birim değerini, insanda ve Müslümandaki faydasını anlatırken aynı anda sabrın tek başına insanı ayakta tutamayacağını da söylemektedir. Ve sabrı başka kavramlarla içiçe ulayarak, diğer her kavramı hem tek tek inceleyip hem de birbiriyle kancalı tuğlalar gibi içiçe geçirerek muazzam bir bina inşa etmektedir.
Bu bina, Sezai Karakoç’un mimarlığını özenle kurma ve diriltme gayesinde olduğu İslam uygarlığı binasıdır. Öte yandan Sezai Karakoç bu mücadelede çok önemli bir şey daha yapmaktadır; İslam uygarlığını oluşturan argümanları ele alırken, eşref- i mahlûkat olan insanı ve bahsedilen kavramları birbiri içinde yoğurarak bir hamur haline getirmektedir.
Böylece Müslüman, sabır, cihat, gayb, zekât, namaz, hac, kıyamet, muştu, mucize, şehit, hayâ gibi kavramların içine girer ve o kavramları içselleştirerek bundan yaşanılacak bir hayat kurma imkânını elde eder.Öyle ki, bir Müslüman, Sezai Karakoç’tan gayb kavramını okuyorsa, o kavramın kaynağından, peygamberinden, tarihsel sürecinden, hatta bir Hristiyan ya da Yahudi’nin Batı Medeniyeti ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere, gayb kavramı içinde yoğrulur ve olması gerektiği gibi bir şekil alarak gayba olan inancını tazeler.
Böylece hem kavramlar hem de Mü’min birbiriyle içiçe geçer ve adeta birbirine kaynaştırılır, lehimlenir ve perçinlenir.
Benim anlayabildiğim kadarıyla Kur’an’ın bizden istediği de böyle bir Müslümanlıktır.
İslam dininin emir ve yasakları olan bu kavram veya sözcüklerin anlatımında Karakoç, insanın hem aklını, hem yüreğini, hem de ruhunu teyakkuz halinde tutar. Yani insanın adeta beş duyusunu birden, anlattığı kavramın üzerine gönderir ve biz o kavramı; görür, işitir, kokusunu ve tadını alırken o manaya da dokunduğumuzu hissederiz.
Ayrıca o kavramın tarihsel sürecini ve diğer dinlerle olan ilişkilerini de algılar ve o kavramla adeta bütünleşiriz.
Böylece;
Sezai Karakoç’un İnsan-Kavram ilişkisini birçok düşünürden farklı olarak incelediğini yani bütün boyutlarıyla ele aldığını görüyoruz. Ayrıca şiirlerinde de, betimlemeler yerine; kavramsal, tarihsel ve sembolik çağrışımların daha ileri düzeyde olduğunu ve yine şiirlerinde de İnsan-Kavram-Tarih bütünleşmesinin önemsendiğini görüyoruz.
Sezai Karakoç; kavramlarda olduğu gibi şehirleri de uygarlık değerleri içinde ele alarak, olay – tarih – şehir – insan –kavram manzumesi çerçevesinde ele alır. Şehirleri taş, kum, beton ve kireç yığını olmaktan sıyırarak onları adeta ruh ve yürek sahibi varlıklar olarak dillendirir.
Şehir; ütopyadan fiziki elbisesinden sıyrılıp Müslümanı içine alan, Müslümanı kalbinde taşıyan, Müslüman varlığını varlığıyla bütünleştiren canlı ve muazzam bir organizmaya dönüşür. Bu organizma aynı zamanda Müslümanı koruyup kollayan, sarıp sarmalayan, bir metafor, bir fenomen ve bir şuura dönüşür.Karakoç, bu canlı organizmayı, bu şuuru da Müslümanın bir parçası haline dönüştürüp, Müslümanla bütünleştirip uygarlığa katar ve Mekke, Medine, Şam, Bağdat, Buhara, Endülüs, Kudüs, İstanbul dendiğinde bu şehirlerin adıyla birlikte; nübüvvet, din, tarih, hicret, zafer, mağlubiyet gibi birçok kavramın çağrışımını yaşatır bize.
Sezai Karakoç ait olduğu İslam Medeniyeti ve bu kavramlar üzerinde düşünürken, okuyucuyu geçmiş uygarlıklardan da haberdar edip bilgilendirmektedir.
Böylece bir Sezai Karakoç okuru; Mezopotamya, Mısır, Grek, Roma, Antikite, Bizans ve ayrıca Çağdaş Batı Medeniyetinin kurum ve değerlerine de hâkim bir kişilik haline gelir.
Öte yandan Karakoç, uygarlığın değer ve kavramlarını ele alırken bir düşünür, şehir ve tarihten bahsederken bir seyyah, kavramları ve değerleri tanımlarken, birbiriyle ve Müslümanlarla olan ilişkilerini anlatırken arif bir kişilik gibi vukufiyet sahibi ve etkindir.
Ka’b bin Züheyr ve Hassan bin Sabit’den Mevlana ve Yunus Emre’ye, buradan Fuzuli ve Şeyh Galib’e ve oradan da Mehmet Akif Ersoy’a köprüler kurarken ve genç nesilleri bu köprüler marifetiyle büyük şair ve sanatçılara bağlarken de yetkin bir mimar ve sanat adamıdır.
O'nun şiiri de, makalesi de, hikâyesi de, piyesi de, siyasi yazısı da bir büyük uygarlığın kavgasına adanmıştır.Sezai Karakoç bir Uygarlık Savaşçısı’dır; ilk insanla başlayıp kıyamete kadar sürecek olan İslam Uygarlığı’nın duygu ve düşünce planındaki en büyük ve en önemli düşünürlerinden biridir.
Bütün ömrünü, bu uygarlığın anlaşılması ve yaşanması uğruna adamıştır. Şiir’de, Hikaye’de, Piyes’te, Deneme’de, İnceleme’de hem bu türlerin en iyi eserlerini ortaya koymuş hem de her türün içinde, satır satır İslam Uygarlığı’nın mücadelesini vermiştir.
Özellikle Osmanlı'nın ortadan kaldırılışı sırasında İslam Uygarlığı’nın yara aldığını görmesiyle birlikte, verilen bu mücadele, büyük bir önem kazanmıştır. O dönemde, bulunduğu coğrafyaya asırlardır hakim olmuş bir uygarlığın ortadan kaldırıldığını görüp cesaretle buna karşı çıkmak önemli olduğu kadar değerlidir de.
Sezai Karakoç; Adem Peygamber’den başlayan İslam Uygarlığı yürüyüşünün Osmanlı ile birlikte sonlandırılmak istendiğini ve ortalıkta görünen yazıp çizenlerin de bu isteğe uyduğunu açıkça görmüş ve buna karşı tavır almıştır.
O sıralar bu alınan “tavıra” karşı, devlet eliyle yapılan baskıların, yıldırmaların ve hatta şiddetin olduğunu da dikkate alırsak, Sezai Karakoç’un nasıl bir büyük mücadele verdiğini daha iyi anlamış oluruz.
Bu durumda çağımızın en büyük düşünürlerinden biri olan Sezai Karakoç’un kavramları incelemedeki ustalığını ayan biçimde görmemek mümkün değildir. Ki Karakoç ele aldığı her kavramı hem ustaca açıklığa kavuşturur hem de o kavramla, mücadelesini verdiği İslam Uygarlığı’nın bağını kurar. Tıpkı millet kavramında olduğu gibi.
“Avrupanın tanıdığı millet, temelde Irk'a ve Dil'e bağlı, biraz da pratik olarak, şu bu siyasi, tarihi sebeplerle oluşmuş devlet ve ülke içindeki halk için kullanılan bir deyimdir. Oysa İslam’ın millet kavramımda ırk, dil unsurları etkin değildir.
Millet, İslam anlayışında, aynı inancı paylaşan insanların şuuru topluluğudur. Yani, İslam’da (millet) kavramı, Durkheim'in (dolayısiyle Ziya Gökalp'in) millet anlayışının çok dışında bir kaynağa, medeniyet kaynağına bağlı bir kavramdır. Millet, İslam anlayışında, bir medeniyetin halkına verilen addır." (Günlük Yazılar IV, s:173)
Bir yazar, bir düşünür olarak Sezai Karakoç, hayatın her alanına değinen düşünceleriyle Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinin önemli bir ekolünün, Diriliş Ekolü’nün de kurucusudur. İnsandaki ölümsüz tarafı yani ruhu temel alan bu ekol aynı zamanda Osmanlı ile beraber yitirdiğimiz değerleri yeniden elde etmenin, o değerlerle yeniden var olmanın da bir başka adıdır.
Sezai Karakoç bir yandan kirden, pastan, aktüaliteden uzak, Hak ve Hakikat’e adanmış seksen yıllık yapayalnız bir hayatın içe dönük, yüreğe dönük, ruha dönük kapılarından bir ulu dervişce sonsuzluğa nasıl yüründüğünü bize gösterirken, diğer yandan o sonsuz ummandan devşirilmiş incileri; Hz. Ebubekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi tanıtıyor ve diyor ki: “Müslüman, İslam’ı öyle canlı ve öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin...”
Sezai Karakoç hem çağı tanıyor, tanıtıyor hem de çağlar ötesine, fizik ötesine gidip insanlığın medarı iftiharı olan Sahabeden, tabloları, çağdaş insanın önüne koyup “işte hakikat buradadır” diye göstermektedir.
Öte yandan, yaşayan en büyük şairimiz olan Sezai Karakoç, şiirlerini de “Ata Sözü” berraklığında ve adeta uygarlığını haykıran birer manifesto gibi kaleme almaktadır.
...........
Bana ne Paris’ten
Newyork'dan Londra'dan
Moskova'dan Pekin'den
Senin yanında
Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Gözlerin
Lâle devrinden bir pencere
Ellerin
Bâki'den Nefi'den Şeyh Galip'den
Kucağıma dökülen altın leylâk
(Zamana Adanmış Sözler - Şiirler IV)
Kaleme aldığı her eserde görüldüğü gibi Sezai Karakoç, bir düşünür olarak genel anlamda uygarlıkla, özel olarak da İslam uygarlığı ile ilgilidir.
Karakoç, uygarlıklara yaklaşırken o uygarlığın temel özelliklerini; çelişkilerini, zaaflarını, zayıf ve güçlü taraflarını etraflıca ele alarak, insan, toplum ve tabiatla birlikte genel çerçevesini çizer. Bu çerçeve çiziminde bir yandan da o uygarlığın düşünce adamlarından sık sık söz eder.
Bugünkü batı uygarlığının düşünsel temellerini eleştirirken Albert Camus, Jean-Paul Sarte, Russel, Nietzsche, Andre Malraux gibi o uygarlığa hayat veren ünlü düşünce adamlarından söz etmektedir.
Tarihsel süreçte batı uygarlığının düşünürlerinin ortaya koyduğu fikir ve akımlardan söz ederken düştükleri çelişkilere ve bu çelişkilerin sebeplerine dikkat çeken Karakoç’un 1960’larda yaptığı eleştirilerin ne kadar yüksek öngörü ve ileri görüş değeri taşıdığını anlamak hiç de zor değil.
Karakoç, Batının yetiştirdiği ünlü Sosyalist ve Komünist düşünce adamlarının da hemen hepsinin düşünsel temellerinde ve geleceğe yönelik projeksiyonlarında, ırkçılığa ve kapitalizme karşı olduklarını açıkça söylemelerine rağmen bu düşüncenin sinsi bir ırkçılık sergilediğini ve bunun yıllar sonra açığa çıkacağını beyan etmektedir.
Batı Uygarlığıyla türeyen “modern insan”ın eşya ile olan ilişkisine de dikkat çekerek, sistematik bir köleliğin günümüz insanına empoze edildiğini yıllar önce görmüş ve bunu dile getirmiştir.
Eşyanın hoyrat ve acımasız bir şekilde insanı esir aldığını, insana tahakküm ettiğini, insan bilgi ve becerisinin bu tahakkümden kurtulmak yerine ilerleyen teknolojinin de yardımıyla yeni ve albenisi yüksek eşya ürettiğini ve üretilen her yeni eşyanın da daha güçlü bir şekilde insanı köleleştirdiğini vurgulamıştır.
Ayrıca Karakoç, bu kapitalist sistemin çözümüne yönelik, Batının ulaştığı akıl, bilgi ve beceri ile bu eşya tahakkümünden kurtulmasının mümkün olmadığını, bu esaretten insanlığı ancak Müslümanın kurtarabileceğini söylemiştir.
Fakat Müslümanın da dirilmeye, hayata, eşyaya, dünyaya bakışını tazelemeye ihtiyacı olduğunu her seferinde de dile getirmektedir. Karakoç’a göre; Bu dirilişin ruhla başlaması gerekmektedir.
Karakoç, ruhu diri, canlı ve hatta elle dokunulacak kadar capcanlı, görünür kılmaya çalışarak böylelikle O’nun zaman, mekân ve eşyaya karşı savaşacağını ve bu savaşı kazanacağını vurgulamaktadır.
Nitekim Üstad, İslam Uygarlığı’nın yeniden tazelenip can bulması için, öncelik olarak Müslümanın ruhî dirilişine sıkça vurgu yapar. Diriliş Nesli Amentüsü bu düşüncenin temeli mahiyetindedir ve eser, Diriliş Erleri için son derece önemli, her cümlesi uzun tefekkür gerektiren derin bir felsefeyi barındırır.
Karakoç, İslam Toplumunun yaşadığı sorunların sağlıklı biçimde belirlenmesi, sorunların İslam ideali zemininde incelenmesi ve ideal topluma ulaşmak için izlenmesi gereken yol ve yöntemin titizlikle yürütülmesi gerektiğine dikkat çeker.
Titizlikle yürütülmesini öngördüğü yol ve yöntemlerde Üstad; soyutla somut, hayalle hakikat, faille fiil, eskiyle yeni, dünya ile öte dünya, tarihle yaşanan arasında illiyet açısından şaşırtıcı ve fakat inandırıcı, etkileyici bağ kuran ender sanat adamlarından biridir.
Ele aldığı bir soyut kavramı, hafızamızda o kavram olsun olmasın, kısa süre içinde ete kemiğe büründürerek, okuyucusuna mâl eder. Bu ustalık, Dostoyevski’nin, Balzac’ın, Tolstoy’un romanlarında kullandığı ve kahramanlarını canlandırırken uyguladığı icra’dan daha güçlüdür.
Zira şahıslara; öfke, sevinç, keder, heyecan, uygulamak, bir meleği kanatlandırıp sesiyle, nefesiyle, eliyle, koluyla, gözleriyle canlandırıp hayalimizde onu var kılmaktan ve o varlığa bizi inandırmaktan daha kolay olsa gerek. Sezai Karakoç bunu yapar; hayalimizde, meleği, orucu, namazı, haccı, cihadı güçlü bir şekilde canlandırır ve bizi onlara inandırır veya yeniden daha somut bir şekilde onlara olan inancımızı tazeler.
Karakoç’un hikâyelerinde kullandığı bu inandırıcı yöntemlerden biriyle tebliğimizi noktalayalım.
Sezai Karakoç, dedesinin yaşadığı bir olayı, babasından dinlemiş ve bunu Kur’an’ın ışığına yapılan saldırıya bağlamıştır.
O’nun Kurt ve Lamba hikâyesini kısaltarak sunuyorum;
“Kurt ve Lamba
Babamdan dinlemiştim:
“Çocukluğumuzda oturduğumuz şehir Zülküfül Dağında idi. Evimizin bitişiğinde ufak bir ağılımız vardı. Bir kış, baktık ki arada bir hayvan eksiliyor. Bir, iki, üç.
Bunun üzerine babam, durumu anlamak için geceleri ağılda beklemeye karar verdi. Bir gece, elinde petrol lambası, bir elinde bir sopa, beklerken, ağılın giriş yerinden içeriye bir kurdun daldığını görür. Meğer ağıla dadanan bir hırsız değil, bir kurtmuş. Kurt içeri girince, hayvanlar panik içinde bir oraya bir buraya koşuşup duruyorlarmış. Babam kurda sopayı yapıştırmaya başlar.
Babam, kurtla çarpışmasını şöyle anlattı: Kurt, benim elimde lambayı görünce, üstüme atılıp beni paralamaya girişmedi. O, bütün gücüyle lambayı söndürmeye çalışıyordu. Ben bir elimle lambayı onun üfürerek söndürmesinden kurtarmak için mümkün mertebe uzakta tutuyor, öte taraftan sopayla onu dövmeye çalışıyordum.
Kurt’sa, tıpkı bir insan gibi, durmadan ağzını uzatarak lambayı söndürmeye çalışıyordu. Bütün dikkat ve gayretini ilkin lambayı söndürmeye yöneltmişti. Fakat o bütün bu uğraşmalarına rağmen lambayı söndürmeyi başaramadan ben onu öldürebilirdim.”
Bu vaka biz Müslümanlarla Müslümanların düşmanları arasındaki açık gizli savaş hakkında bir takım düşünceler ilham etti. Kurt neden doğrudan doğruya sürünün üzerine değil de dedeme yönelmişti?
Kurt düşünüyor ki, lamba dedemin elinde oldukça dedem olanca gücünü kullanabilecektir. İki tarafında kuvvetini tam kullanmasının sonucu ise kesin değildir. Kurdun dedemi mutlaka yeneceğine dair elinde bir garantisi yoktur. Fakat bir kere lambayı söndürmeyi başarırsa dedem etrafını, yanını yöresini göremeyecek, karanlığa alışık gözlerinin üstünlüğü ile kurt hasmını kolaylıkla alt edecektir. Bu yüzden tıpkı bir insan gibi lambayı üfürmeye vermiştir kendini.
Müslüman, elinde bir lamba bulunan bir ev sahibidir. Onun düşmanı da, ister batılı olsun, ister komünistler olsun tıpkı o kurt gibidir. Müslüman’ın lambası Kur’an ve İslam’dır. O, ancak onun aydınlığında bu evren gecesinde yanını yöresini görebilmekte ve onun ışığında yaşayabilmektedir.
Avrupalı, lambayı söndürebildiği her ülkede, Müslümanları kolayca hâkimiyeti altına aldı. Şimdi bütün gücüyle henüz bütün İslam ülkelerinde söndürmeyi başaramadığı noktaya, yani İslam’ı tam anlamıyla söndürmeye bütün zekâ ve teknik gücünü sarf ediyor.
O biliyor ki bunu başarırsa artık Müslümanları tam anlamıyla tarihten silmeye, yani etkisiz ve güçsüz hale getirmeye erişmiş olacaktır.
Unutmayalım ki, kurdun gözleri karanlığa alışıktır. Ama biz, barbar Avrupa önünde medeni İslam insanları ışığı kaybedersek yolumuzu kaybettik ve umudu da kaybettik demektir.
Ne mutlu kurdun tıpkı insan gibi söndürmek için üfürüşünden lambasını koruyabilenlere.”
Bizim kuşağımız için Sezai Karakoç sadece bir yazar, bir şair, bir mütefekkir, bir sanatçı, bir edebiyatçı, bir kültür adamı, bir öğretmen değildir. O, bizim kuşağımızdaki her müslüman için aynı zamanda bir babadır, bir Mürşid’dir. Yalnızlığı, içine dönmeyi, içinde lavlar patlarken dışarıdan buz kraterleri varmış gibi görünmeyi, ölümden önce ölmeyi Sezai Karakoç öğretti bize.
Bütün bir ömrünü; Şiir’de, Roman’da, Hikaye’de, Mimari’de, Musiki’de, Yönetim’de, Eğitim’de, Sinema’da, Tiyatro’da... Her alanda bir büyük medeniyet olan İslam Medeniyeti’nin hayata hâkim olması için adayan Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinin yaşayan en büyük dil ve edebiyat ustası, şairi ve mütefekkiri olan üstadımız, ustamız Sezai Karakoç’a Rabbimden sıhhat, afiyet ve hayırlı uzun ömürler diliyorum.
Ferman Karaçam
http://www.twitter.com/fermankaracam
Ferman KARAÇAM