Bayramlık....

Bayramlık....

Kültür Edebiyat

 Bayramlar, çocukluğumuzun üstüne serpilmiş demek demet ve kokusu hiç bitmeyen rengârenk çiçekler gibidir. Onları hiç unutamayız.

 

Uzayıp giden yolların değil, içimize kıvrılıp yatan umutlarımızın tomurcuklarına başını dayayarak büyürdü ve büyütürdü bizi, bizim bayramlarımız.

Bizimkiler; bazan bir yağmur damlasında, bazan bir kar tanesinde bile deryalaşan sevgiler barındırırdı yüreğinde.

Bayrama doyardık biz.

Bayrama el öper, bayrama çocukluğumuzun saflığını katar dağıtırdık bütün yeryüzüne.

Bizde bayram, yaşayan bir şeydi.

Elleri, ellerimizden tutar Camiilere götürürdü bizi, gözleri sevgiyle ışıldayarak bakardı göz bebeklerimizin tâ içine.

Kulakları, içimizden geçen fısıltılarımızı duyar, hayalini kurduğumuz yeni giysiler taşırdı yastıklarımızın altına.

Şimdiki bayramlar savuruyor, bizim bayramlar insanları topluyordu bir araya.

Bayramlık giysilerimizi, gıcır gıcır parıldayan trabzon lastiği ayakkabılarımızı arefe gecesinden koyardık yastıklarımızın altına.

Annem; uçsuz, bucaksız masmavi gökyüzündeki bir güneş gibi parıldamaya başlardı bayramın birkaç gün evvelinden.

Pilavlık bulgurlar ayıklanırdı, kaz etleri dilinir, parçalanır, patatesler derin toprak kuyulardan çıkarılırdı.

Çocuklar çimdirilir, başında eriyen sabun köpüklerinin acısı vız gelirdi onlara.

Şimdiki çocuklar bilmez.

Biz çocuklar bayramlarımızı, Serenlerin kaidelerine uturmuş, karayı gözetleyen gemi maymunları gibi özlemle ve hasretle beklerdik.

Bütün köyümüz, her bayram sabahında, babamın sabah namazı ezanı ile uyanırdı.

Babam, sabah ezanlarını kış aylarında toprak damlı evimizin damının üstünde okurdu.

Diğer mevsimlerde Camiin damının üstünde okurdu.

Gür ve yanık bir sesi vardı babamın.

Her bayram, sabah ezanları adeta bir başka nağme, bir başka içtenlik, bir başka musıkî ve anlam taşırdı.

Babamın bayramlık sabah ezanları uzun sürer ve gurbette sevdiği olanları, yakın zamanlarda ölmüşü olanları, eşi, nişanlısı gurbette olanları veya oğlu asker olan anneleri ağlatırdı.

Babamın sabah ezanı, bayramların başlangıç anonsuydu.

Ezanlar her bayram sabahında başlı başına bir anlam içerirdi.

Ezanlarda kelime kelime derin bir hüzün, neşve, mutluluk, huzur ve aydınlık dalga dalga serpilirdi yuvalarımıza.

Ezanlar göğeren gök yüzünden, ışılan dünyamıza bayramın muştusunu taşırdı; dışımıza değil, içimize döndürürdü, içimizi yoğunlaştırarak kabartır, pürnur eder aydınlatırdı.

Bu kutlu aydınlığın huzuru, sevinci, herkesin yüzünde tebessüme dönüşürdü ve bu tebessümler de selama, merhamete, affa, birliğe, ve kardeşliğe dönüşürdü.

Bütün bayramlarda köylülerimiz eşikten beşiğe böyle uyanır ve birbirini uyandırırdı herkes.

Ezanlarla birlikte dış kapılar açılır, genç kızlar, taze gelinler kapı önlerini sular, süpürür, tertemiz yapardı.

Kapısının önünü süpüremeyecek olanlar belliydi, bunlar; ya yaşlı, ya da hasta kimselerdi.

Komşular, bunların da kapı önlerini önce toz kalkmasın diye bir güzel su serper, sonra da süpürür kendi kapısının tozu ile birlikte çöplüğe kaldırırdı.

Bayram günleri boyunca, yaklaşık yüz hanelik köyümüzde, kapısının önü temiz olmayan bir tek ev hatırlamam ben.

Babam köyümüzün hiç değişmeyen imamı, eniştem de köyümüzün asla değiştirilmeyen muhtarı idiler.

Bu sebeple ikisi koordineli bir çalışma ile aralarında kırgınlık olan, kavgalı veya dargın olanları önceden tespit ederlerdi.

Bayram namazından çıkınca bütün köylüler Cami önünde toplanır, küsler, dargınlar barıştırılır, birbiri ile kucaklaşmayan tek bir kişi bile bırakılmazdı.

Büyükler küçükleri bağrına basar, küçükler el öper, beş kuruşlar veya bazan ortası delikli iki buçuk kuruşluk madeni paralar ceplerimize inerdi

Hamurlar geceden yoğrulur, sabaha kadar mayalanmaya bırakılır, biz, bayram namazından çıkıp geldiğimizde, tere yağında kızaran bişilerin kokusu ile birlikte girerdik evlerimize.

Sütlüler, kaz eti ile pişmiş patates yemeği, kaz etinin suyu ile yapılmış bulgur pilavları ve tabii ki bişi, bizim bayramlık yemeklerimizdir.

Gelinler ve genç kızlar kınalarını akşamdan hazırlar; avuçlarının içine ve parmaklarına yakarlardı.

Kına, bayramlarda sosyal dokuyu perçinleyen bir muhkem mühür gibi al al parıldardı kadınlarımızın avuçlarında.

Genç kızlar, büyüklere çaktırmadan, sevdiklerinin isimlerinin baş harflerini yazardı avuçlarının içine.

Gelinler eşlerinin ve kendilerinin isimlerinin baş harflerini yan yana yazardı.

En acıtıcı olanı ise asker eşlerinin kınalarıydı.

Genç kızların ve taze gelinlerin kınaları al renkte olurken, asker eşlerinin, nişanlılarının veya sevgilisi asker olan kızların kınaları siyaha yakın, kopkoyu olurdu.

Bizde yani Ardahan’da, erkeklerin eline kına yakması pek ender görülen bir şeydir, tek farkla ki, bazı anneler askere giden oğullarının parmaklarına yarıya kadar veya bazı anneler vatana kurban olsun diye başlarının çok küçük bir bölümüne kına yakarlardı.

Bunun dışında, sevdiği kadının ısrarını kıramayan bazı genç erkekler de parmak uçlarına bir nebze kına koklatırlardı.

Bayramlık yazımızı; rahmetli babamın uzun yıllar Eskişehir ve Sarıkamış’da yaptığı askerlik dönüşünde, Erzurum’da ki evine uğrayıp, daha sonra hiç unutamadığı ve sık sık andığı merhum Alvarlı Efe Muhammed Lütfi’nin şiiri ile ve her ikisini de rahmet ve minnetle anarak bitirelim.

 

Can bula Cananını/ Bayram o bayram ola

Kul bula Sultanını/ Bayram o bayram ola

 

Hüsn-ü keder def ola/ Dilde hicap ref ola

Cümle günah ef ola/ Bayram o bayram ola

 

Lütfi Ya Lütfü Kerim/ Erişe Rahm-ü Rehim

Bermurad ede Fehim/ Bayram o bayram ola

 

 

Ferman Karaçam - Haber 7 

 

fermankaracam@gmail.com 

fermankaracam@twitter.com 

twitter.com/fermankaracam 

facebook.com/fermankaracam

 

Paylaş